İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olandan
Taşları Yemek Yasak- İsmet Özel
fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi
nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için
de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak o istifade edildiği
kadar o “şey” olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye
konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına
yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir.
Taşları yeme. Taşları yemek yasak.
Görünen bütün perdeler açıldığında sahih hadiseler bizlere bütün çıplaklığıyla görünecektir. Yaşamın bizlere sunduğu her şey aslında içimizin gizinde saklıdır. Perdeli, örtülü fakat şah damarından daha da yakındır her şey. Bir uğur, bir dava düşünün. Neyi hedefliyorsa insan aslında o kadardan ibarettir demenin farklı bir uzvudur bu bahsettiğim. Bir davanın dahi tılsımı örtülü perdelerde gizli değil midir? İnsanoğlu okur, düşünür, fark eder ve ardından bütün her şeyi bünyesinde gizler. Sonra fark ettiği her şeyin sırrı aralandığında yetim bir çocuk gibi terk eder. Yaşamak pahalıya patlar insanın zihninin derinliklerinde. Bir hakikat düşünün ve az önce tezahür etmiş bütün düşüncelerimizi henüz terk etmeden hakikati barındırın. İnsanın yaşamında uğruna kendini dahi feda ettiği dava, hakikat arayışından başka nedir ki? Hakikat; merhemi daha kuvvetli ve daha tesirli olsun diye, kıymeti kıyamete kadar hafızalardan silinmesin diye gizli ve tılsımlıdır. Şüphesiz ki hakikatin sesi olmuş kişilerden biri İsmet Özel’dir. Yaşamını bütün sadakatsiz perdeleri imrenilecek bir edayla örselemeye adamış biri yıkılsa dahi yok olmayacaktır.
İnsanlığa döndürülmüş bütün namluları bertaraf etmek onun direniş davasının ortasına bağdaş kurmuştur adeta. Bir muamma olmak, bir bilmece olmaya karşı kafi midir? Bu doğmak ile ölümün arasında ince bir köprü değil midir? İnsanın anlaşılmaz duruşu ve bu duruş ile ölüşü, yaşamını cilalı bir perde haline getirir mi diyecek olursam, sanırım düşünmeden geçemeyeceğiz. İnsan ne kadar örterse kendini merak ve umut o noktada daha çok söz sahibi olacaktır. Umudun ve merakın olmadığı bir yaşamın tutunabilmesi ve tutuşabilmesi çok güçtür. Modern Türk Şiirinin kılavuzu olmuş ve ölüm temasında
birçok eser üretmiş sayın bilmecemiz, perdelerin arkasına ilmek ilmek dokumamış mıdır sahih olanı? Sahih olan aslında hayatın tılsımının her şeyidir. Hayata dair sizi tutunduran şiirse, en büyük sahih hadiseniz odur. Bu anneniz, babanızsa sizin asıl geçek ehemmiyetiniz ondan ibarettir. Örtmek, görünene gözü kapatmak değildir. Doğur vakitte doğru manzaraya karşı perdelerin en hakikatlisi kendini ortaya dökecektir zaten.
Dünyaya bakmayı aşıp dünyayı görme
noktasına ulaştığımızda
neye talip olmamız
gerektiğini anlarız.
diyor modern şiirin bilmecesi İsmet Özel. Bakmakla görmek arasındaki mesafe ve bu mesafenin bizlere gıpta edecek raddede yakın oluşu, kişinin bu yakınlıktan istifadesinin yalnızca fetanet ile sağlanabileceği bir gerçektir. Sözcüklerin haddini aşırtan ve bütün kabri taşırtan bir tılsımı oluşu dünyayı tanımaya yetecek gibidir. Bizler neye talip olduğumuzu bilmeden evvel neye talip olmak istemediğimizi bilecek olursak aslında bütün düğüm burada çözülecektir. Dünyayı görme hususundaki mertebeye ulaşan bir fani dünyadan nefret edecek ve dünyanın kirlerinden kendini paklamak için dünyadan en kısa vakitte uzaklaşmayı temenni edecektir. Zarardan en mükâfatlı vakitte dönüldüğünde edilecek kârımızı da belki dünyaya geri iade ederiz, kim bilir?
Dünyaya gelmek, saldırıya uğramaktır.
İsmet Özel, “Waldo Sen Neden Burada Değilsin” adlı kitabında bu sözü yüzümüze vuruyor. Bu söz bize neyi çağrıştırır? Bu söz içimizde barınan hangi duyguya aittir? Peşi sıra gelen kederler ve bizlerin bu kederlerle mücadelesini niteleyen bu söz, insanın insana açtığı savaşı ve bu savaşın üzerimize püskürttüğü acıları nitelemektedir. İnsanın en büyük gayesi kemale ermek oldu yüzyıllar boyunca. Tarih başladı, savaş başladı. Herkesin ücrasına çekildiği anda savaş harlandı ve bu har bütün dünyayı sardı. Bakınız, doğumla başladı dünyaya haykırışımız, ölümümüz dahi haykırışla olacaktır. Bu saldırı filizlenen çiçekten eşelenen toprağa kadar bütün bendimize nakledildi. Yaşamanın verdiği giz aslında göğsümüzden göğümüze kadar eşelenen bir rikkat yuvasıdır. Bazı şeyleri aşamamanın verdiği iz, aslında biz faniler için saldırının çığırından çıkan yönüdür. Anadan üryan doğduk ve anadan üryan öleceğiz. Bütün yaşantımız sökük bir kazak gibi dökülecek ve bizler ne ektiysek onu biçerek uğurlanacağız. Bu sökük, yaşamak denenin söküğüdür.
Boyun eğen insanlar
Taşları Yemek Yasak, İsmet Özel
köleliği güçlendiriyor.
İş kölede bitiyor. Bir gün köle:
‘’Hayır, ayakkabılarını boyamıyorum!”
dediği anda, fırça kullanmasını
beceremeyen efendi
çaresiz kalacaktır..
Dünyanın kendi karanlığı vardır. Bu karanlık güneşe sırtını dönmesinden kaynaklanır. Güneşin önü de arkası da, altı da üstü de ışık saçar. İnsanoğlu da bu mekanizmaya benzer. Aydın kişinin aydınlığı her zaman karanlığı böler, parçalar. Kişi, şunu demeyecektir: Bizler karanlığa itildiğimiz için siyaha boyadık bendimizi. Bu tez çürümüş bir toprak gibi filiz üretemeyecektir. Kişi, yüzünü aydınlığa döndüğü müddetçe aydınlıkta kalacak, kendini karanlığa hapsetmek istiyorsa da görünen ışığa sırtını dönecektir. Sırtını dönen dünyanın yüzü karanlıktır fakat dünyanın sırtı daima aydınlıktır diyecek olursak. Sırtı aydınlığa kavuşmuş, gözleri karanlığa hapis bir kişi kendini aydınlığa döndürse dahi kuytunun tırpanladığı gözleri ışığı seçemeyecek, doğruyu silecek ve yetisi azalacaktır. Doğru olanı yapmak doğruyu görmekten daha meşakkatli bir uğraştır. Kişinin doğru bildiği işler eğer işine yaramıyorsa onun için ehemmiyetli değildir. Doğru her zaman bal tatmaz, kimi zaman da acıtır gırtlağımızı. Bu acı öyle bir acıdır ki kişinin daima vicdanına sualler sormasına sebep olacaktır. Kişi, vicdanına yenik düştü mü acıyı yemek yerine tekrardan bal yemeyi tercih edecek ve doğru olandan uzaklaşacaktır. Doğru ise bizden; acıysa acıyı, tatlıysa tatlıyı yememizi ister. Nasıl ki biberden bal tatmasını, baldan da acı tatmasını isteyemeyeceksek doğru olandan da çıkar istemek doğru olmayacaktır.
Zorbalık yaşamaya dair bir husus değildir. Zorba olan insandır. Gönülleri örseleyen, yıkan, yok eden daima insandır. Acıyı yıkıp bal doğurmaya çalışan da insanı yıkıp lal doğurmaya çalışan da insandır. İnsanın insanı insanca anlayamadığı bir dünya ne kadar yaşanılır olabilir? Sınıfsal farklılık bittabi takvada kendini belli edecek ve kişinin bir başka kişi üzerinden güç temin etmesi yalnızca güçten yoksun kişilerin hıncı olmuştur tarih boyunca. Hınç kendi içlerinde esiri oldukları duygularınadır. Üstün birey bu esaretten kurtulmak için zorbalık yapmış, yeri geldiğinde de bir başkasının özgürlüğünü kısıtlayarak bu eksik yetisini örtmüştür. Fakat bizler biliriz ki dünya giz yuvasıdır. Bizler biliriz ki her giz aslında arayış hususumuzun ortasına yuvalanmış bir iz gibidir. Arayış neyidir? Arayış dünyanın dar bulvarlarında kaybettiğimiz benliğimizedir. Anadan üryan doğduğumuz bu hayatta bütün gizlerle ruhumuzu örtmemizin bir sebebi olmalıdır. Rahman olana kavuşana dek arayış hiç bitmeyecektir.